"İDARE-İ MASLAHAT"
RAMAZAN TÜLÜ

RAMAZAN TÜLÜ

KUYUYA ATILAN TAŞ

"İDARE-İ MASLAHAT"

24 Nisan 2024 - 10:19


 
Osmanlıca bir terimdir bu…
Bir bakıma Osmanlı'nın yönetim biçimi de diyebiliriz…
Manası;
Liyakatsız ve kifayetsiz kadrolar ve bürokrasi ile işleri şöyle böyle, bir kurala ve nizama uymaksızın bazı durumlarda da keyfe keder yönetmek.
 
Zaten maslahat kavramı da ‘‘sulh’’ kökünden üretilmiştir.
Fazla ekşiye tuzluya karışmadan radikal önlemler almadan usul böyle, “böyle gelmiş böyle gider” diyerek durumu idare etmek.
 
Osmanlı döneminde ( mutasarrıf ) valiler, içinden çıkılması zor sorunlarla karşılaşıp işler sarpa sardığında  ‘‘Bab-ı Ali’’ye, yani merkezi hükümete ne yapmaları gerektiğini sorarlarmış. ..
 
Devletin yüksek bürokratlarının hatta hükümet üyelerinin o günkü koşullar altında verebilecekleri açık bir talimat olmayınca da valiye ya da kaymakama ‘‘idare-i maslahat et’’  telgrafı çekerlermiş...
 
Bu baştan savma telgraflardan bıkan devrin Edirne Valisi, valilik binasını işgal kuvvetleri sarınca, Şair Eşrefin kaymaklık ettiği Egenin bir ilçesinde kaymakamlık binası basılınca, sürekli merkeze yakınırlarmış, ne yapmaları gerektiğini, hangi hamleyi alırsa idareyi (vilayet/kaymakamlık binasını) basılmaktan, işgal edilmekten kurtarabileceğiz diye  telaşla merkezden akıl ve taktik beklemek için defalarca telgraf çekseler de merkezden hep “İdare-i maslahat ”, “İdare-i maslahatı elden bırakma”  diye uyarılar alıyorlarmış…
 
Tüm bu gelişmeler neticesi işgal kuvvetleri idareyi basmışlar,  mührü ele geçirip tüm evrak-ı müspitelere el koymuştur…
 
İşgali önlemek için elinde hiç bir çare kalmayan Şair Eşref sitem dolu telgrafını İstanbul'a  çekmiş ve ‘‘idare basıldı!,  mühür elden gitti!, geriye elimizde kala kala bir maslahat kaldı!’’ diye yakınmıştır.
Tarihe geçen bu sözler hafiften seks kokulu bir nükte olsa da aslında ülkenin gerçeğidir.
 
Mevcut siyasi anlayışlar ve figürlerden ülkenin geleceği ve halkın yararı için hiçbir beklentim yok. Çünkü inanmıyorum ve güvenmiyorum.  Yönetilenlerin salak, enayi yerine koyulduğu, çıkarcı ve rantçı çevrelerin siyasi makamları işgal ettiği, çıkarlarının gerektirdiği ve esen siyasal rüzgara göre konumlandığı bir iklimde yönetenlere inanamamak ve güvenmemek sanırsam en doğru kişisel tavır ve görüş olsa gerek…
 
Liyakat denince ve kamu yönetiminde liyakat esas alınır (güya) kıstasına örnek tipik bir ironiyi dünkü haber bültenlerinde tesadüf ettik. Bu haber bizi acı acı güldürdü ve her zaman akıllara gelip düşündürecek türden…
 
Bilindiği üzere Diyanet İşleri Başkanının adının önünde (Prof.Dr.) ön adılı, unvanı mevcut. Öz geçmişinde de “İleri derecede Arapça ve Fransızca bilir” ibareleri dikkat çekici nitelikte. Anca haber bültenlerinde bize yansıtılanlardan görüyoruz ki, Kendisine Arapça olarak soruyu anlamayıp Türkçe’ye çevirtme gereği duyuyor cevaplamak için…
Sanırım bu olgu bile ülkedeki Liyakat esasına bakışın kısa bir özeti olsu gerek.
 
Bu günlerde herkesin dilinde aynı soru. Yeni seçilen Belediye başkanlarının yönetimi nasıl olacak?, Başarılı olacaklar mı?, Ekonomide neler yapılacak? Benim yanıtım, ‘‘idare-i maslahat edecekler’’, “Böyle gelmiş böyle gidecek” diyecekler…
 
Çünkü doğru dürüst ekonomik önlem alacak bir zihniyet yok ortada…
 
Mevcut siyasal koşullar da ciddi önlemler alınmasını tam anlamıyla zorlamadığı gibi engelliyor da zaten.
 
Genel (merkezi) yönetimin yanı sıra yerelde iktidarı ele geçiren güçler, akla ve bilime dayalı bir yönetim şekli, üretime yönelik bir ekonomik anlayış, liyakat esaslı bürokrat atama yöntemi kullanmayıp, sadece kayırmacılık, torpil, senin akraban, benim yakınım kriteriyle yönetimi idame ettirmeleri neticesinde, her kesim ve yöre kendi ekonomik sorunlarına öncelik verilmesini istediği için yeterli çözüme ulaşılmayacaktır.
 
Kısacası her kişi ve kesim ulusal gelirden en çok payı istemektedir. Böyle bir beklentinin özeti ‘‘başkalarından al, bana ver’’, “Onun kızını işten çıkar, yerine benim oğlumu al”, “Ballı ihaleleri benim de akrabam olan filanca müteahhite ver “, “Falanca bankamatik memurunun işine son ver ve beni bankamatik memuru yap, çünkü seçimde ben sana çalıştım”  tümceleriyle özetlenebilir.
 
Bu halin ve anlayışın sonunda, sınırlı kamu olanaklarının değişik kişi ve sosyal kesimlerin sınırsız istemlerini karşılamayacağı için,  ‘‘idare-i maslahat’’ tan öteye bir uygulama ve yönetim biçimi olmayacağı açıktır.
 
Yukarıda da belirttiğim üzere mevcut politikalardan, merkezi iktidar ve yerel iktidarları ele geçiren siyasi figürlerden, kısacası sistemin bir parçası olan siyasi anlayışları desteklemediğim için son seçimlerde çareyi radikal (bazılarına göre marjinal) oluşumlarda aradım.
 
Üyesi olduğum Türkiye İşçi Partisi  (TİP) oy kullanacağım seçim çevremde Büyük Şehir ve Belediye Başkanı adayı çıkarmadığı için oyumu (Belediye Meclis Üyeleri haricinde) Yeniden Refah Partisi (YRP)’ne verdim.
 
Çünkü sol ve sosyalist bakış açısında biri olduğum halde YRP liderinin seçimlere üç kalan İstanbul Adayını geri çekmek için ileri sürdüğü koşulları (İsrail ile olan ticari münasebetlerin kesilmesi, Kürecik üssünün kapatılması, Emeklilere asgari ücretin üzerinde maaş verilmesi)  önemli, radikal ve ciddi buldum.  Bu koşullar, diğer sistem figürleri dillendiremediği için kayda değerdi.
 
Stratejik olarak bu tercihimin de işe yaradığını, Sistem Partilerindeki sıralamanın değişmesi sonucunu doğurduğunu ve halk nezdinde bir kıpırdamaya vesile olduğunu açıklamaya gerek yok, sanırım…