CEMAAT Mİ?  'STK' MI?
RAMAZAN TÜLÜ

RAMAZAN TÜLÜ

KUYUYA ATILAN TAŞ

CEMAAT Mİ?  'STK' MI?

05 Ocak 2024 - 13:12

Pek bilinmeyen ve ilgi duyularak araştırılıp okunmayan Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Kastamonu Nutku’ndan söz etmek isterim, bu yazımda…
 Ülkeyi ‘Modern bir Ülke’ ve Milleti de ‘Muasır Uygarlık Düzeyine’ çıkarmak için öngörüleri (ileri görüşlülüğü) çerçevesinde Şapka Devrimini yapmak için o zaman en tutucu kesimlerinin yaşadığı bölge olan İnebolu-Kastamonu dolaylarında başına Şapka takarak bir dizi gezi ve halkına karşı söylevlerde bulunur. 27 Ağustos 1925 günü  İnebolu Türk Ocağı'nda halka hitaben Bu serpuşun adına şapka derler diyerek başına taktığı Şapkayı halka tanıttıktan sonra 30 Ağustos 1925’de Kastamonu’da tarihe damga vurmuş ve Anadolu insanını aydınlatıp yol gösteren ünlü ‘Kastamonu Nutku’nu dile getirmiştir.  Bu nutkun muhteviyatı yeterince bilinmez yukarıda da söylendiği üzere ilgi duyulmadığından olsa gerek;
Pek çoğumuzun bildiği ve dilimize pelesenk olan Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir.” Sözü Kastamonu Nutkunun 5. Paragrafının ilk cümleleridir.
“Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir. Rüesayı tarikat bu dediğim hakikatı bütün vüzuhiyle idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapayacak, müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir. Arkadaşlar ; huzurunuzda muvacehei millete beyanı teşekkür ederken hissettiğim ve gördüğüm hususatı olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.”
Bir bütün olarak bu nutkun tamamını okumak elbette gerekli ve elzemdir.  Hele bu ünlü hepimizce malum olan sözlerden önce yani nutkun 4. paragrafı ise zannımca çok daha önemli  ve aydınlatıcıdır. Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.” demeden önce; “… Efendiler ! yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkilapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti Halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkali ile medeni bir heyeti ictimaiye haline irsal etmektir. İnkilaplarımızın umdei asliyesi budur… bu hakikatı kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar bu milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihinlerde mevcut hurafeler kamilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkansızdır. Türbelerden, yalancı evliyalardan, ölülerden istimdat etmek medeni bir heyeti ictimaiye için şindir. … Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi hayatta mazharı saadet kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün şümuliyle medeniyetin muvahcehci şulebasında filen ve falan şeyhin irşadiyle saadeti maddiye ve maneviye arayacak kadar iptidai insanların Türkiye camiai medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum.” Diyerek bir sonraki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.” Sözlerini söyleme gereği duymuştur.
Sadece insanlık tarihi değil Türk tarihine de bakıldığında görülecektir ki, ne zaman Türkler bilime ve bilim adamlarına değer vermişlerse yükselmişler, ne zaman hurafelere dayalı anlayışlara itibar edip bilimin karşısında olmuşlarsa güçsüz kalıp devletlerinden olmuşlardır. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun başına da aynı felâket gelmiştir. Böyle bir felâketin bir daha yaşanmaması için ATATÜRK, dünya sorunlarını metafizik yöntemlerle değil, bilimsel yöntemlerle çözmeyi esas alan bir eğitim sistemi kurmuştur. Bu sitemin başarısında ise en büyük sorumluluğu da öğretmenlere vermiştir.
Nitekim Mustafa Kemal ATATÜRK Şapka Devriminden bir yıl önce 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada şöyle demiştir:

“Efendiler,
Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakikî rehber ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak gaflettir, cahilliktir,
doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak demek değildir. Çok mesut bir duygu ile anlıyorum ki hitap ettiklerim bu gerçekleri anlamışlardır. Mutluluğum artıyor. Öğretmenlerimiz, eğitim ve öğretiminden sorumlu oldukları yeni nesli, gerçeğin ışıklarıyla donatılmış bir şekilde yetiştireceklerine söz vermişlerdir. Bu hepimiz için onur verici bir durumdur.”
1920 Aydınlanması bu minval üzerine kurulmuş ise de;   günümüzde Osmanlı’nın yıkılışını, halifeliğin kaldırılışını Atatürk’e bağlamak, yeni kurulan cumhuriyet felsefesinin mantığını, gerekçelerini görememek cahilliğin daniskasıdır.
Cahilce yaklaşım şu:  Osmanlı dindarlıkla bütün dünyaya hükmediyordu. Hilafetle bütün ümmet yönetiliyordu. Fakat Atatürk geldi tüm bunları yok etti, halifeliği kaldırdı yerine dinle alakası olmayan, yani Laik bir cumhuriyet kurdu. Eğer dinle olan bağımız bu düzeyde devam etseydi şimdi her şey çok faklı olurdu. Hatta daha komiği bize Lozan’ın gizli maddeleri safsatasını bile dayattılar, inanmamızı istediler…
Osmanlı bir gecede yıkılmadı. 200 yıla yakın bir süreçte yıkıldı.  Öncesi bir duraklama devri var. O zaman Atatürk’mü  vardı?
Sanayi devrimi ve yeni ticaret yollarının keşfi ile bilim ve sermaye bütünüyle Batı’ya kaymıştı.
Sanayi ve ticaretteki yenilikler toplumları değiştiriyordu.
Osmanlı Devleti, dini gerekçelerle, bilim dışılık ve tarikatların etkisiyle bu değişime ayak uyduramadı. Duraklama, gerileme ve yıkılış devrini kaçınılmaz son olarak yaşadı.
İlmiye sınıfının ‘dine aykırı’ diye her yeniliğe karşı çıkması, toplumu bu çerçevede kışkırtması sonucunda Osmanlı dünyadaki yeniliklere, değişimlere çıkarcı cemaat ve tarikatların etkisiyle uzak kaldı.
Atatürk Devrimleriyle işte bu tür oluşumlar ve etkinlikleri yasaklandı.  Osmanlı Döneminde, devletin zafiyetinden faydalanan bu çıkarcı, üretimde hiç payı olmayan sadece devlet imkanlarını kutsal dini argümanları istismar ederek kullanan yapılar yer altında gizlenip sinsi sinsi, olup bitenlere gelişmelere baktı ve her bulduğu fırsatta kafasını dışarı çıkarıp adeta zehirli bir yılan gibi topluma nifak ve zehir saçtılar…
1938 de M.Kemal’in vefatı, arkasından  II. Dünya Savaşı ve durağanlaşan toplumsal gelişme ve bir nevi fetret devri olan Milli Şef döneminde Türk Devrimleri akamete uğradı. 1946 Çok Partili yaşama geçilmesi ile birlikte ülke yönetimini ele geçirmek için her türlü ödünü oy devşirmek  amacıyla veren siyasal partilerin tutumu ile tarikat ve cemaatler devlet içinde etkin olmaya başlayıp   değişik makam ve imkanlara  sahip oldular.
Tarikat ve cemaatlerin kaç kolu var, hangi kol kime, hangi şeyhe bağlı şahsen ben bilmiyorum. Bildiğim tek şey bu tür yapıların toplumsal gelişime, ilerlemeye ve çağdaş uygarlık düzeyini yaşamamızda en büyük engel ve köstek teşkil etmeleridir. Çünkü bunların mevcudiyeti kamusal düzende sosyal adaletsizliğe, liyakatsızlığa, torpile, kayırmacılığa ve devamında tüm kamu hizmetlerinde aksaklığa, eşitlik ilkesine aykırı kazanımlara sebebiyet verdiğidir.
Son 20-25 yıldır bir “STK” tabiri o kadar çok kullanılıyor ki,  Genelde bu tabiri cemaatler ile ilgisi olan yayın ve basın kurumlarındaki o yönelimdeki kişiler kullanmaktadır.  Açılımı ‘Sivil Toplum Kuruluşu’ olan  ‘STK’ ların kullanımdaki amaç bu tür toplum için zararlı, gelişime engel cemaatlere meşruiyet ve kişilik kazandırıp  ‘Demokratik Kitle Örgütü’ dediğimiz dernek, vakıf gibi  Tüzel Kişiliklerle  (Hükmi Şahsiyetlerle) eş değer  yapılar ve topluluklar olduğunu topluma kabul ettirmektir.
Hal bu ise Dernek ve Vakıfların Yasalar nezdinde bir sicili ve kaydı vardır. Yönetimi, denetimi ve disiplini sağlayan yetkili ve sorumluluk taşıyan organları vardır. Organları yapılan kurullarda seçimle gelir. Cemaat ve tarikatların ise hiçbir kaydı yoktur. Seçim ve demokratik hiçbir usulü bünyesinde borundurmaz. Liderleri bir şeyh, şıh ve etrafında menfaati için  aidiyet duygusu ile kişilik haklarını kiraya vererek dönen birlerce müritleri vardır.
 
 Sınavlarda çalınan soruları unutmadık. Hak edenin değil de onun yerine hiç hak etmeyen birilerinin belli imkanlara ve makamla kavuşturulması tarikatlar ve onların faaliyetlerine oy için göz yuman, görmezden gelen, hatta destek veren siyasilerimizin marifetidir.
Mustafa Kemal Atatürk;  “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” ve Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.” diye boşuna söylememiştir.