BİZ BİTTİ DEMEDEN BİTMEZ


 

24 Kasım 1934 tarihinde TBMM tarafından oy birliği ile kabul edilen 2587 sayılı kanunla Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal’e “ATATÜRK” soyadı verildi.

Türklerin Atasıydı o! Türklerin Atası olmak nasıl bir süreçti? Peki, Mustafa Kemal Paşa ne zaman Atatürk olmaya karar verdi? Neydi ona bu gücü, cesareti, basireti ve görevi yükleyen?

İnkılap Tarihi dersi gibi olmasını istemiyorum bu yazının. Zira o kadar çok dönüm noktası var ki Kurtuluş Savaşımızda ve Mustafa Kemal Paşa’nın hayatında, belki onlarca yüzlerce yazıya sığmayacaktır.

Bir imparatorluk çatırdıyordu, çöküyordu. Yenilgiye tahammülü olmayan genç komutanın içinde yangınlar büyüyordu. Onun yaşamının böyle bir döneme denk gelmesi onun talihsizliği, bugün bu yazıyı yazanın, okuyanın, hepimizin talihi oldu, tarihi oldu. Birkaç tarih sayfasına bakıp anımsayalım haydi.

13 Kasım 1918. İstanbul’daydı genç komutan. Kartal isimli istimbotun güvertesinde Mustafa Kemal Paşa İstanbul’u işgal eden düşman zırhlılarına bakarak “Geldikleri gibi giderler” dedi. Yanında yaveri Cevat Abbas bunun üzerine sordu “Bunu siz mi yapacaksınız komutanım?” Paşa güldü “ Bakalım” dedi.

Daha üç yıl önce dünyaya “Geçilmez” diye adını yazdırdığı “Çanakkale Zaferi’ne” rağmen aynı düşman zırhlılarını orada görmek ne kadar acı… Çünkü “Biz Çanakkale’de bir Darülfünun(Üniversite) gömdük” demişti. O mahşeri unutmak mümkün müydü? O büyük acı, mutlaka tetikledi içindeki lideri.

16 Mayıs 1919 Yıldız Sarayı’ndaki son görüşmede Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle demişti.

"Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık tarihe geçmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin!" Burada Mustafa Kemal Paşa oldukça temkinli bir yanıt vermişti, hevesle edilecek birkaç yanlış cümle sonu olurdu her şeyin. Padişahın ne demek istediği halen tartışmalıdır ama o anki manzara şuydu:  Yıldız Sarayı’na namlularını çevirmiş bekleyen işgal kuvvetlerinin zırhlılarına bakarken dalıp giden padişahın çaresizliği ve ardından bu sözleri söylemesi, ülkeyi kurtaracak en yüksek makamdaki bu umutsuzluk acaba içindeki asi lideri nasıl tetikledi. İş başa düşmüştü.

04-11 Eylül 1919 Sivas Kongresi… Vatansever aydınlar dahi mandayı çoktan kabullenmiş, hangi devletin himayesine girileceğini konuşmaktaydı. Amerikalı bir de gazeteci vardı kongrede. Mandacılar ısrarlıydı, oldubittiye getirilmek istenmekteydi. Çevresindeki kalpaklı, sarıklı, fesli, kendisinden yaşça oldukça büyüklerin arasından hemen seçilen 18 yaşındaki Tıp Öğrencisi Hikmet(Boran)  arka sıralardan kalktı ve söz aldı.

“Paşam, murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem, manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz).

Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa;“Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır,’” diyerek Hikmet Bey’e döndü ve “Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum…

O kongrede acaba Tıbbiyeli Hikmet olmasaydı, onu o kongreye gönderen gençliğin sesi olmasaydı, Paşa’ya böylesine güven vermeseydi ne olurdu?  Ata belki Ata olmaya kararlıydı ama Türk bir “ulus” olmaya nasıl ve ne zaman hazır olacaktı? Yok muydu Paşa’nın kaygıları, tereddütleri, yok muydu korkuları?

Yetimlikle, yoksullukla, çaresizlikle dolu bir hayat, sürgünler, hapisler, tevkifler, boynunda idam kararı, kendi deyimiyle bir elinde tabanca bir elinde darağacı ile… Savaş meydanlarında kırık kaburgası, sıtmadan ateşten sararmış solmuş bedeni, zayıflamış bünyesi, bir türlü rahat bırakmayan böbrek sancıları… En yakınındakilerle bile derin görüş ayrılıkları... Kimi zaman ihanete varacak ayak oyunları, çıkar kavgaları. Neydi onu ayakta tutan, neydi onu bu kadar umutlu yapan?

Geri dönülmez nokta ne zamandı? Belki o evlat dediği çocuğun onun gözünün içine bakıp “hesap sorarız yok öyle yola çıkıp da buradan dönmek” dediğinde, Ata’nın Türk’ü “ulus” yapmaya, bu vatanın tüm evlatlarını, tüm etnik veya mezhep kökenleri ve tortularıyla bir araya getirmeye karar verdiği andı. Bu maya tuttu dediği zamandı belki o gün. Şöyle ki; kongrelerden sonra Ankara’ya bir Millet Meclisi kurmaya giderken yolda Mazhar Müfit(Kansu) Bey’e ülkesi için kurduğu büyük hayalleri yazdırdı ve kimseye bahsetmemesini söyledi. Şaşkınlık içinde not alırken M. Müfit Bey’in hayretini gizleyememesi üzerine güldü. “Sen yaz” dedi “yaz”. Paşa sordukça bir bir okuyacaktı notları bir gün oradan! ”Müfit Bey bak bakalım kaçıncı maddedeyiz?”

Eserinin emaneti bizde bu kuşağın, Tıbbiyeli Hikmet sadece bir örnek… İsmi bilindik bilinmedik nice kahramanlar var ki hikayemizde… Atamızla her karşılaşmaları onu yeniden Atatürk olmaya şevketti. Diyor ya “Sakın kurtarıcı bekleme”: Kurtarıcı memur Ayşe, Bakkal Ahmet, İşçi Hasan, Fatma Öğretmen, Asker Hamdi, Doktor Elif, sen, ben, o değil, BİZ!

Şimdi soralım kendimize, neyimiz yok? Neyimiz az, neyimiz çok? Ne kadar dünyamızı pembeye boyayıp, sahteliğe boğmaya çalışsalar da farkındayız işler hiç iyiye gitmiyor. Ve bizim talihimiz olan, ders alınacak şanlı bir tarihimiz var. Bize miras bırakılan en büyük eseri Cumhuriyetimizi korumak ve yükseltmek en önemli görevimiz.

Yukarıda anlattığımız Sivas Kongresi kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk partisi olacak Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk kurultayı olarak kabul edilir. Atamız Cumhuriyetimizin üzerine ikinci eserim dediği Cumhuriyet Halk Partisi’ni bıraktı bize. CHP’nin siyasi, ideolojik felsefi temelleri bizzat kendisi tarafından öylesine sağlam atıldı ki 95 yıldır nice fırtınalardan dimdik çıktı, yine çıkacak. Bu nedenle çok uzakta felsefi derinlik aramaya gerek yok, partimizin kuruluş ilkelerine bakmak yeterli olacaktır. CHP içinden çok değerli liderler çıkardı, yine çıkacak sadece tarihini yeniden hatırlamalı ve kuruluş ilkelerine yeniden sıkı sıkıya bağlanmalı. Sivas Kongresi’nde bağımsızlık aşkımızdan ve yıkık, yoksul bir ülkeden başka ne vardı elimizde? Şimdi bunu yapacak ekip de lider de var. Bütün zorluklara, bütün engellemelere rağmen, kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen kıracak zincirleri ve çok yakında bizimle olacak. Peki, sen yürüyebilecek misin onunla ve belki bazen ona rağmen onunla yürümeye hazır mısın bugünün Tıbbiyeli Hikmet’i? Büyük hayaller kurmaya hazır mısın? Çok daha büyüklerini başardı dünkü Hikmet’ler, onlar kanlarını döktüler savaş meydanlarında, biz ter dökeceğiz birlikte tarlada, fabrikada, laboratuarda, okulda, kütüphanede… “Evlatlarım” diyor “Önce barışacağız, gönül köprüleri kuracağız, gönül sözleşmesi kuracağız.” diyor.  Bu sefer işimiz “barış”, bu sefer işimiz daha kolay! “Bana büyük davaya inanmış adam lazım.” diyor. Gerçekten büyük hayallerin ve inancın var mı? 

Efendim, bir daha söyle duyamadım? Anladım, diyorsun ki:

 “Yürüsün önümüzde! Umutları yeşertip, büyük hayallere güneş açtırıp sonra zil çaldı ders bitti, yok öyle hocam… Bizim derdimiz memleket. Biz bitti demeden bitmez! ”

Gerisini kendisine söylersin çünkü emin ol bu böyle yarım kalmayacak!